19 Kasım 2016 Cumartesi

K'nın Yüz/karası

2.
beni bıçaklayacak kadın önce baudrillard bilecek. dalağımla duygularımın hipertekst düzleminde takas edilebilirliği üzerine makale yazıp A+ dergide yayımlatacak. insanın ürettiği her şeyin insanı nasıl esir ettiğine dair antikapitalist okumalar yapacak. düz vites araba kullanıp trafikteki erkek egemenliğe androjen nitelikli bir başkaldırı sergileyecek. pasif ofsaytın tüm varyasyonlarını öğrenmiş olacak. bunları söylemek cinsiyetçilik mi değil mi benle tartışabilecek. sikmişim psikanalizi.
-aklından bir şey geçerken bile küfrediyorsun.
-psikanalize sallamam mı zoruna gitti?
-hayır da yaptığım her işi aşağılamandan bıktım.
-bunun için beni bıçaklaman gerekmiyordu.
-ama senin bir narsist olduğunu kabul edip tedavi olman gerekiyordu.
-ama senin “naber kız” dedim diye beni cinsiyetçilikle suçlaman gerekmiyordu.
-unutma ben dil psikolojisi üzerine mastır yapıyorum.
-ben de kadınların ciğer tomografisi anabilim dalında doktora terkim.
öyle sert geldi ki yumruk, bar sandalyesinden yuvarlandım. beyin kanaması geçirebilirdim ama bunları yazdığıma göre pek bir şey olmadı sanırım. üstkurmacayı sikeyim. Ağzı kapalı antepfıstığını da.

11 Kasım 2016 Cuma

12 yıl önce nasıl öleceğimi hissettiğimde böyle değildi buralar... Hala sevgi vardı... En korktuğum da bu bunu deneyimlenmeden gidecek olmak... Ben gidiyorum dostum Teoman'ın şarkılarındaki Çoban Yıldız'ını bırakıp gidiyorum yağmurlu şehirlerde...

3 Ekim 2016 Pazartesi

04.10.2016


Deliriyorum... Bunun er ya da geç olacağını biliyordum ama bu kadar birden gelebileceğine ihtimal vermezdim. Midem bulanıyor herkesten, nefret ediyorum, tahammül edemiyorum insanlara, seslerine, yalanlarına, kandırmaya çalışma çabalarına bir bok olamamalarına rağmen nasıl sıçılır hakkında gazel okumalarına ve benim bunları bağıra bağıra suratlarına söyleyememe dayanamıyorum.  

Bir iki insan dışında var olan herkesi istisnasız herkesi katletmek ve bu pis yükten kurtulmak istiyorum. 

Uyumsuzum... Tahammül ettiğim şeyleri hep ismimin ardına ve gülümseyişlerime saklıyorum. Sen kimsin demek, içimdeki anı ve acıları kusmak istiyorum. Bir böcek gibi ezmek, küçük akıllarınca oynamaya çalıştıkları oyunlarına çomak sokmak, kıskançlıktan ne yapacaklarını bilmeyen insanların suratına koca koca şamarlar indirmek istiyorum...  

Ait değilim... Etrafımdaki renkler ve algılar değişti. Burada durmamak, kaçmak, gitmek ve bitmek istiyorum.Zihnim görüntüler getiriyor gözümün önüne, bu biteviye an daha önce de yaşandı ve sonsuz kere tekrarlanacak ama bitti. Ben bu satırları yazarken, bitti. Bu zamana kadar olan kapılar kilitlendi ve an o kapıların arkasında kaldı. Duş alırken yüzümü kaç kere yıkadım bilmiyorum... Tüm bedenim ıslakken neden bu hareketi dakikalarca tekrarladım bilmiyorum.  
Yüzümü elime aldığım suyla dakikalarca aynı hareketi yaparak yıkadım... Sesler dağıldı, çınlamalar, hemen yazmak için koşan parmaklar. İçimdeki ben yüzümü yıkarken gitti. O an, ki, o zaman işte böyle bitti.  

Bunları yazan kim inan bilmiyorum. Bir ses var şimdi, ne olduğunun farkında ve bu zihinle yaşayamayacağının idrakında. Kendimle konuşuyorum galiba, algım yine değişip, gözlerim kısılıyor, hep bir uğultu hep bir flu, zaman, akşam olunca ya da ben nefretle dolunca...  

Dayanamıyorum... Yaşama çabama ve bu kalabalığa dayanamıyorum... Sessiz sesler, artık sussa ve ben insanları değil kendimi affetsem ve el sallayarak gitsem, belki bir daha yüzümü böyle yıkamam...

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Bunlar Hep Sertab!


   Benim şairlerimin, yazarlarımın adını anıyor deyyus, bir de koca ağzıyla bilirmiş gibi gülmeyi, kahkaha atıyor. İnan tanımıyorum onu, inan tanımadım da hiç seni... Zatının yanında durmasından çok, bu durum incitiyor beni. Bırak mısraları çirkin kadın, bırak tümceleri... 

   Tomris kim sen bilemezsin, ne der Aylak Adam’da canımm Yusuf’um anlamazsın... Bırak! Geçmişim, geleceğim senin çirkin yüzünün coğrafyasında kaybolurken, bırak bunlar benim heybemin hayali olsun. Bırak kelamı, laf-ı güzaf nedir bilir misin?

   Sen de bilemezsin ki onun anlattıklarını dinleyesin. Ben sağır kulaklarına bağırdığım her an sen sıçramazken yerinden şimdi yoksun kalbinin atışını ne diye hissedeceksin?

   Bırakın, salçalı makarna benim olsun, bırakın Birsen Tezer’i ben dinleyeyim, bırakın Gülten Akın’ın kara saçlarını ben keseyim, bırakın benim memleketim benim miladım olsun, bırakın Şirince’yi, bırakın Kordonboyu’nu, kediler sizin olsun, Dropsye benim, pikaplar, daktilolar, valiz dolusu kitaplar benim...

   Ne diyor Sertab, Bölüşülsün şiirler, arkadaşlar şehirler/ Olan olsun/ Artık ne özgürüz, ne de özgür ömrümüz/ Hadi olsun!/ Alırım başımı, başım bir deli nehir/ Silerim yaşımı, siler ismimi şehir/ Kestirir saçımı kendimi avuturum/ Bir gülü kurutur, kurursa unuturum

   Saçlarımı defa kez yıllarca kestim ve seni sonsuz kere unuttum lakin, dokunmayın benim yaşam alanıma, dokunmayın benim edeb/i/ hayatıma...


                                        Bu defa artık Olsun!

10 Temmuz 2016 Pazar

02. 07. 2016

     

      Sevgili kızım/oğlum, şu an bu satırları okuyorsan öncelikle kendimi tebrik etmek isterim, dünyada başarabileceğim en güzel şeyi başarmış, adımın önüne gelen sıfatlara en güzelini ve en kıymetlisini ekleyebilmişim, afferin bana... Umuyorum iyi bir anneyimdir, çünkü buradan öyle olabileceğim gözüküyor =) Neyse çok uzatmayayım, inşallah hayattayımdır ve bunları okuduktan sonra yanıma gelip bana kocamannnn sarılırsın.
     
       Bu mektubu sana bugün yazmaya karar verdim. Özür mahiyetinde... (Umut ediyorum ki sana, mahiyet ve kökeni Arapça ve Farsça olan birçok sözcüğü açıklamadan öğretebilmişimdir, çünkü anneannen öyle yaptı.)
     
       Uzun zamandır bazı fiziksel yetersizliklerle boğuşuyorum ve hep aklıma sen geliyorsun. Ya ileride de devam eder ben seni kucağımda taşıyamaz, düştüğünde kaldıramaz, minimal hareketleri yapamaz, güç gerektiren eylemlerde yetemezsem diye... Şu an tanıdığın ben nasılım bilmiyorum ama, o zamana kadar şu hastalığı yenmiş ve seni hep sarıp sarmaladığımı hayal ediyorum, güçlü ve inançlıyım =).  
Minik ellerim, ince parmaklarım (lütfen hâla öyle olsun =)) bugün bir buçuk saat bir kapının kilidini açamadı, çeviremedi, tutamadı...  

        Ve işte sen geldin aklıma, özür diledim içimden, senden özür diledim... 
Kimseye ihtiyaç duymadan, umuyorum sana bakabilmişimdir, her düştüğünde kaldırmış, kucağımda saatlerce taşımış, ellerinden uzun uzun tutup yürütebilmişimdir...  

           Yapamadıysam, affet... Yetemediysem affet...  

       Ne zaman tanışırız, ne zaman gelirsin bilmiyorum ama ben yirmi altı yaşımdan bir selam ve özür gönderiyorum sana, hiç eksikliğini hissetme, ben her sözcüğün kollarında daha bu an da kocaman sarılıyorum sana...

19 Nisan 2016 Salı

Veciz Sözler

“Güneş olmasaydı sözcükler aydınlatırdı dünyamızı,” dedi Tekirdağ’dan aradığını söyleyen kadın ve sonra hemen müzik. Bu işi iyi beceriyorlar doğrusu; şu müzik işini, diyorum. Cümle biter bitmez piyanoydu, kemandı, kimi zaman şenlikli, kimi zaman insanın içindeki lambaları birer birer söndüren ağır bir müzik başlıyor. Bir saniyelik bir sessizlik, bir boşluk bile olmadan. Aksi halde biz dinleyiciler vecize ırmağının soğuk suyuna daldırılmış karpuzlar gibi çatlayabiliriz çünkü… 
    Ben mesela, ne yapacağımı şaşırırım böyle büyük sözler karşısında, hatta utanırım. Düşünsenize, fizikten, gökbilimden anlamayan Tekirdağlı bir kadın karşıma çıkıyor ve “Güneş olmasaydı sözcükler aydınlatırdı dünyamızı.” diyor! Herhalde sarılıveririm kadına ya da sigara tutarım aptal aptal sırıtarak. Tam bir kâbus! 
    Bazen odamda, yatağımda olduğumu, neye benzetmek istesem ona benzeyen tavandaki fırça izlerini seyredebildiğimi, iki bacağımı birden havaya kaldırıp yorganı ayaklarımın altına alabildiğimi, tatlı tatlı kaşınabildiğimi unutuyorum. Yüreğim ağzımda (Böyle olunca ağzınızı kapatamıyorsunuz ve tuhaf sesler çıkarıyorsunuz!), Sulhi Saygılı’nın çıkıp beni kurtarmasını bekliyorum. Sonunda çıkıyor ve “Batan gemiyi farelerden önce sözcükler terk eder,” diyor, kaptan üniforması kırış kırış. Geminin durumunun kötüleşmesi yüzünden doğru dürüst tıraş edemediği çenesini ovuşturuyor. Sonra kuzeyi gösterdiğinden bir süredir şüphe duyduğu pusulaya esaslı bir yumruk indiriyor. İhanete uğramış, en iyi adamları onu terk etmiş; her sabah kahvaltısını hazırlayan, tuvaletini temizleyen sadık uşağı bile ortalarda görünmüyor. Ama o, Kaptan Sulhi, durumdan veciz bir söz çıkaracak kadar kendinde henüz; gitgide yükselen ufuk çizgisine meydan okuyarak bakıyor… 
    Demek, “farelerden önce sözcükler…”, öyle mi! Sözcüklere karşı duyulan bu tür bir güvensizliği anlayabiliyorum müsaadenizle! Ancak sözcükleri çok seven biri böyle kötüleyebilir onları. Sulhi Saygılı’yı bunun için seviyorum. Diğerleri cümlelerini her sözcüğün üzerine basa basa, başları göğe erecekmiş gibi söylerken, bizimkinin sözcükleri tahta bir merdivenin gıcırdayan basamakları. Oradan yavaş yavaş bir bahçeye iniyor ve koca bir dut ağacının altındaki mavi muşamba örtülü masaya oturuyor. 
    Sözcüğümüz “arkadaşlık” mı? Erzurum’da okuyan bir üniversite “Çölde seraptır arkadaşlık,” diyor, biraz utangaç. Rize’den bir posta görevlisi, muhtemelen kahvede batak oynadığı arkadaşlarını kastederek, “Arkadaşlık olmasa derdin içinde kalır, dünyan zindan olur,” diyor. Bizim Sulhi çıkıp “Arkadaşlığın tabancasında daima tek bir kurşun vardır,” diyor ve çok dokunuyor bu cümle bana. 
    İzmir’den arayan emekli bir öğretmen, “Kalemle ifade edilen düşünceler sonsuza kadar yaşar,” diyor. “Hadi şimdi bununla ilgili bir kompozisyon yazın çocuklar!” diye ekleyemeden, alaycı bir klarnet, tatlı bir swing. Ankaralı Sulhi ise, “Kalem bir kazı aletidir,” diyor. Aslında şöyle demiş oluyor: Kalem bir kazı aletidir. Bir gömü gibi kazarsın kendini ve çektirdiğin dişlerin dışında tastamam duran iskeletine ulaştığın zaman anlarsın: Evrenin sonu vardır, insanın sonu vardır. Bu dünyada her şey hep aynıdır ve bunu bilmek öylesine sıkıcıdır. 
    Niğdeli bir ev kızı “ şık olmak sevdiğinin içinde kaybolmaktır,” diyor, “ şık olmak dipten gitmektir,” diyor İstanbul’dan bir avukat, “ şık olmak, arada sözcükler varsa mümkündür,” diyor bizimki ve hemen müzik ve kocaman bir soru işareti, vızıldıyor odanın içinde, nereden girdiyse? Camı mı açık bıraktım acaba, hay Allah radyoymuş! 
    Bence Sulhi Saygılı Veciz Sözler’in yıldızı. Aylardır onun için dinliyorum ilkokul ödevlerini hatırlatan bu programı. Sabahları uyanır uyanmaz yatağımın baş ucundaki siyah, eski bir tahta sandalyenin üzerinde duran, babaannemin hatırası ahşap kaplamalı radyoyu açıyorum. Ellerimi başımın altına koyup tavanı seyretmeye başlıyorum. Programın iki erkek sunucusu her gün önce kısaca Veciz Sözler’i tanıtıyor, isteyenlerin nasıl katılabileceğini anlatıyor ve iki telefon numarası veriyor. Sonra gıdaklamaya başlıyor ülkenin dört bir yanındaki hikmet tavukları! 
    Sulhi genelde sonlara doğru çıkıyor. Sanki önce diğerlerinin ne diyeceğini bir duymak istiyor. Derken arıyor ve her zamanki “Günaydın, ben Sulhi Saygılı, Ankara’dan arıyorum.” girişinden sonra cümlesini söylüyor. Yalnızca adı ve aradığı şehir… Ne yaşı ne mesleği ne de kendisiyle ilgili özel bir şey.

7 Ekim 2015 Çarşamba

Taş Metaforu

     

Koskoca bir sahil, gecenin ortasında elimde beş tane taş oturuyorum. Az önce gelmişim bu memlekete. Küfürler ederek kaçmadım mı buradan ben? Sessiz kalıyor bu soruya ruhum. Özenle seçiyorum yerden taşları, hepsi beyaz, hepsi yuvarlak ve hepsi yassı. Küçücük avucumda yatırıyorum, sığdırmaya çalışıyorum beş taşı. Sağ elimi üzerlerine örtüyorum, artık güvendesiniz mi diyorum içimden kim bilir... Hissetmek istiyorum o serinlikte onlardan gelen sıcağı, kendi ateşimle birleştirip, taşlara yüklüyorum yanma eylemini.  

Ne kadar süre onlara sahip çıkarak orada oturuyorum hatırlamıyorum. Ufka, gecenin karanlığına, ucunu görmediğim, az önce karşı yakasından geldiğim denize uzun uzun bakıyorum. Fonda ne çalıyor hatırlamıyorum. Kaçtığın şehir, artık bu kadar mı huzur verir, onu anlamlandırmaya çalışıyorum. İçimdeki eksik birden bağırıyor. Yeter!!! 

   Atıyorum tek tek bağrıma bastığım o taşları. En uzağa, daha da uzağa... Neden buradayım? Yerden elime geçen ilk taşı alıyorum, var gücümle yine fırlatıyorum denize belki de o sahilde bıraktığım ya da bırakacağım geçmişe. Müziği duyuyorum artık, Ezginin Günlüğü, 'Aşk bitti' diyor. Ben de yineliyorum aşk bitti, eşlik ederken şarkıya, korkuyorum sahildeki tüm taşları denize fırlatmaktan, tam atarken bir diğerini, düşüyor elim yine, solist diyor, 'Aşk hiç biter mi?' Bağırıyorum içime sessiz sessiz: 'Biterrrr' diye. Ya da hiç başlamaz ki diyorum. Alıyorum bir taş daha, sağıma soluma bakınıyorum. Var gücümle yine söz de denize fırlatıyorum. 

Sessizlik hamurumda yok, kaç saat susuyorum onu da bilmiyorum. İnce bileklerim yoruluyor, biri, 'Hadi' diyor. Bir başka sahilde, bir başka zamanda yeniden atmak için, içimdeki eksik yerlere dolduruyorum taşları. Geçmişimi ve geleceğimi bıraktığım bu yerden, bir parça alarak adımlıyorum yolu. Şimdi hangi sahili mesken tutmalı ya da hangi acının denizlerine bu taşları fırlatmalı bilmiyorum.