5 Mayıs 2013 Pazar

BİR GİDİŞİN SAHNELERİ


Nasıl bir huzursuzluktu ruhunu kaplayan, hangi eylem hangi düşünce silip atmaya yetebilirdi bu bedbin duyguyu. Bir an gözlerini açtı, fakat yine bir şey değişmedi, resmen bedenine mıhlanmış, prangalanmış olan, bu duyguyu ne söküp atabilir, ne kesip atabilir, ne de yok sayıp yaşayabilirdi.
Onun için yaşam neydi? Fizyolojik, biyolojik,  ruhani ya da ilahi bir eylem miydi? Hayatı boyunca tek bir tanıma bir anlam yükleyebildi, en büyük varoluş, belkide herşeyi unutuş. Doğrulmadan yerinde, bu sözü nerede okuduğunu hatırlamaya çalıştı. Bir sürü kitap, yazar, kahraman gözün önünde arz-ı endam eyledi, lakin yinede zihnine bir isim düşmedi. Dü şen zihnine, sadece ’ gitme’ eylemiydi.
Bir göçebe gibi, bir seyyah gibi, bir abdal gibi, bir aptal gibi belkide sadece bir ‘ben’ gibi gitmek. Saatine baktı, ya bu düşü gerçekleştirecek ya da, prangalarına kalın zincirler ekleyerek, ruhunu,  bu aciz bedeninde mühebbete mahkum edecek.  Eylemleri cesur değildi, ruhu ve düşünceleri kadar, bir an duraksadı, izlediği bir film gözlerinin önüne geldi. Saatler  filmindeki,  Laura Brown (Julianne Moore) oldu bir anda. En yakınındaki odaya gitti, yatakta yatan sekiz yaşındaki kız çocuğunun üstünü örttü ( ki filmde erkek çocuğudur), sessizce içinden vedalaştı, onu bıraktığı için defalarca özür diledi, ama engel değildi sevgisi, azad etmeliydi içindeki bu dilsiz sesi. Daha önceden yazdığı mektupta terk ettiği çocuğuna bunları satır satır anlattı ve gitti. Bu hayali gidişi gerçekleştirdikten sonra, prangalarından bir zincir açıldı, ruhunun bilekleri biraz rahatlamıştı sanki.
Böyle bir gidiş değildi istediği, istese de yapamazdı zaten, ne evliydi ne de bir çocuğu vardı. Kendine has olmalıydı onun da gidişi. Derken yine aklına düştü bir elveda seramonisi.
Salonda sırtı dönük, sigara yakmış oturuyordu, geçen sene tanıştığı bu hoş adam, nasıl da canı çekmişti, onu sigara içerken gördüğünde satırlarda. Sağ elinde, ince parmaklarının arasında, bir nefes daha aldı ve dumanı üflerken yüzünü döndü ona. Bu gidişinde yoldaş olacaktı, Atılgan Hoca onun için can vermişti salonun orta yerinde geçen sene karşılaştığı Bay C’ye. Aynı hayal ettiği gibi karşısındaydı işte, elini uzattı, ‘sol elide acaba sağ eli kadar ince midir?’ diye düşünürken birden irkildi, hayır, o yalnızlığı tercih etmek için gitmeliydi, iki yalnızın yalnızlıklarını paylaşması, ‘yalnızlık’ kavramı üzerine süre gelen saygının yok olmasından başka bir şey değildi. Melankoli takılmıyordu ama giderken yinede üryan düşmeliydi yollara, üstadın ayakkabı hediye etmesine izin vermemeli, taşlara deymeli, rüzgarlarda titremeliydi bedeni. Bırakıverdi tuttuğu o ince eli. Ne onunla gidebilirdi ne de onun gibi gidebilirdi. Ancak bu düş, zincirlenen ruhunun halkalarını biraz daha genişlemesine yardımcı oldu.
Küçük bir çanta ve cüzdanını aldıktan sora eline, geriye dönüp baktı içeride bıraktığı cüzzamlı maziye. Aslında iyi gelmişti bu gidiş, bu düş, uzun zamandır var olmamıştı dudaklarında bu ince gülüş.
Merdivenleri yeni bir hayata dört nala koşar gibi iniyordu, ikinci katta bir tanıdık ile karşılatı. ‘Göz göze gelmeseydik keşke diye’ içinden geçirdi fakat bu saçları rengarenk kadınla, göz göze gelmeyi bırakın, bakışlarının, ruhunuzun kapısına bir tekme savurarak benliğinize bir ‘merhaba’dememesi mümkün değildi. Hayır, bu kadın komşusu değildi, nereden tanıdığını ise, kendisini, bir klinikte geçmişinin bir bölümünü sildiren  Clementine gibi hayal ettiğinde anlayacaktı.
Zihni ne oyunlar oynuyordu ona, ne kadar çok gidiş senaryosu biliyor ve hepsini kendi hayatına,  kendi biricik gidişine uyguluyordu. Clementine seslendi; ‘sıra sende’ diye. Belki de onun gibi gidebilir, acı çekmeden tüm prangalarından kurtulabilirdi.
Birden durdu, koşar adım yukarı çıktı, küçük çantasından, az biraz eşyalarının arasından, geri dönebilirim / geriye dönebilir miyim? Umuduyla aldığı anahtarını çıkardı. Vazgeçti gitmekten, en afillisinden bir sigara yaktı, sol eline aldı, sağ eliyle yazdığı için, itaf edemedi salondaki yakışıklıya, ve yazmaya başladı, saman sarısı, bu saman kağıda;
En büyük seyahat, en büyük kaçış, Yunus’un dediği gibi içre olan imiş. Benim kaçıŞım ise, kaçtığımda, kendimi, kapılarını bir alacaklı gibi çalarken bulduğum dostlar, yani sinama ve edebiyatmış. Ve en büyük özgürlük, ruhumun prangalarını yazdığım bu sözcüklerle, kalemimin arkasındaki silgi ile satır satır bu satırlardan silebilmekmiş. 
           
                                                                                                    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder