“Güneş olmasaydı sözcükler aydınlatırdı dünyamızı,” dedi Tekirdağ’dan aradığını söyleyen kadın ve sonra hemen müzik. Bu işi iyi beceriyorlar doğrusu; şu müzik işini, diyorum. Cümle biter bitmez piyanoydu, kemandı, kimi zaman şenlikli, kimi zaman insanın içindeki lambaları birer birer söndüren ağır bir müzik başlıyor. Bir saniyelik bir sessizlik, bir boşluk bile olmadan. Aksi halde biz dinleyiciler vecize ırmağının soğuk suyuna daldırılmış karpuzlar gibi çatlayabiliriz çünkü…
Ben mesela, ne yapacağımı şaşırırım böyle büyük sözler karşısında, hatta utanırım. Düşünsenize, fizikten, gökbilimden anlamayan Tekirdağlı bir kadın karşıma çıkıyor ve “Güneş olmasaydı sözcükler aydınlatırdı dünyamızı.” diyor! Herhalde sarılıveririm kadına ya da sigara tutarım aptal aptal sırıtarak. Tam bir kâbus!
Bazen odamda, yatağımda olduğumu, neye benzetmek istesem ona benzeyen tavandaki fırça izlerini seyredebildiğimi, iki bacağımı birden havaya kaldırıp yorganı ayaklarımın altına alabildiğimi, tatlı tatlı kaşınabildiğimi unutuyorum. Yüreğim ağzımda (Böyle olunca ağzınızı kapatamıyorsunuz ve tuhaf sesler çıkarıyorsunuz!), Sulhi Saygılı’nın çıkıp beni kurtarmasını bekliyorum. Sonunda çıkıyor ve “Batan gemiyi farelerden önce sözcükler terk eder,” diyor, kaptan üniforması kırış kırış. Geminin durumunun kötüleşmesi yüzünden doğru dürüst tıraş edemediği çenesini ovuşturuyor. Sonra kuzeyi gösterdiğinden bir süredir şüphe duyduğu pusulaya esaslı bir yumruk indiriyor. İhanete uğramış, en iyi adamları onu terk etmiş; her sabah kahvaltısını hazırlayan, tuvaletini temizleyen sadık uşağı bile ortalarda görünmüyor. Ama o, Kaptan Sulhi, durumdan veciz bir söz çıkaracak kadar kendinde henüz; gitgide yükselen ufuk çizgisine meydan okuyarak bakıyor…
Demek, “farelerden önce sözcükler…”, öyle mi! Sözcüklere karşı duyulan bu tür bir güvensizliği anlayabiliyorum müsaadenizle! Ancak sözcükleri çok seven biri böyle kötüleyebilir onları. Sulhi Saygılı’yı bunun için seviyorum. Diğerleri cümlelerini her sözcüğün üzerine basa basa, başları göğe erecekmiş gibi söylerken, bizimkinin sözcükleri tahta bir merdivenin gıcırdayan basamakları. Oradan yavaş yavaş bir bahçeye iniyor ve koca bir dut ağacının altındaki mavi muşamba örtülü masaya oturuyor.
Sözcüğümüz “arkadaşlık” mı? Erzurum’da okuyan bir üniversite “Çölde seraptır arkadaşlık,” diyor, biraz utangaç. Rize’den bir posta görevlisi, muhtemelen kahvede batak oynadığı arkadaşlarını kastederek, “Arkadaşlık olmasa derdin içinde kalır, dünyan zindan olur,” diyor. Bizim Sulhi çıkıp “Arkadaşlığın tabancasında daima tek bir kurşun vardır,” diyor ve çok dokunuyor bu cümle bana.
İzmir’den arayan emekli bir öğretmen, “Kalemle ifade edilen düşünceler sonsuza kadar yaşar,” diyor. “Hadi şimdi bununla ilgili bir kompozisyon yazın çocuklar!” diye ekleyemeden, alaycı bir klarnet, tatlı bir swing. Ankaralı Sulhi ise, “Kalem bir kazı aletidir,” diyor. Aslında şöyle demiş oluyor: Kalem bir kazı aletidir. Bir gömü gibi kazarsın kendini ve çektirdiğin dişlerin dışında tastamam duran iskeletine ulaştığın zaman anlarsın: Evrenin sonu vardır, insanın sonu vardır. Bu dünyada her şey hep aynıdır ve bunu bilmek öylesine sıkıcıdır.
Niğdeli bir ev kızı “ şık olmak sevdiğinin içinde kaybolmaktır,” diyor, “ şık olmak dipten gitmektir,” diyor İstanbul’dan bir avukat, “ şık olmak, arada sözcükler varsa mümkündür,” diyor bizimki ve hemen müzik ve kocaman bir soru işareti, vızıldıyor odanın içinde, nereden girdiyse? Camı mı açık bıraktım acaba, hay Allah radyoymuş!
Bence Sulhi Saygılı Veciz Sözler’in yıldızı. Aylardır onun için dinliyorum ilkokul ödevlerini hatırlatan bu programı. Sabahları uyanır uyanmaz yatağımın baş ucundaki siyah, eski bir tahta sandalyenin üzerinde duran, babaannemin hatırası ahşap kaplamalı radyoyu açıyorum. Ellerimi başımın altına koyup tavanı seyretmeye başlıyorum. Programın iki erkek sunucusu her gün önce kısaca Veciz Sözler’i tanıtıyor, isteyenlerin nasıl katılabileceğini anlatıyor ve iki telefon numarası veriyor. Sonra gıdaklamaya başlıyor ülkenin dört bir yanındaki hikmet tavukları!
Sulhi genelde sonlara doğru çıkıyor. Sanki önce diğerlerinin ne diyeceğini bir duymak istiyor. Derken arıyor ve her zamanki “Günaydın, ben Sulhi Saygılı, Ankara’dan arıyorum.” girişinden sonra cümlesini söylüyor. Yalnızca adı ve aradığı şehir… Ne yaşı ne mesleği ne de kendisiyle ilgili özel bir şey.